İslami HaberlerManşet

Kul hakkından ne anlıyoruz?

Güzel dinimiz İslam’da “kul hakkı” olarak adlandırılan ve beşeri ilişkilerin neredeyse temelini oluşturan çok ciddi bir kavram vardır. Kul hakkı kavramı, insanlar arası ilişkileri sağlamlaştıracak; iyiliğin, insafın, adalet ve merhametin kök salmasını sağlayacak; ahlaki yapının pekişmesine vesile olacak, bunun sonunda da kişinin ahiret mutluluğunu yakalamasına etki edecek önemli bir kavramdır.

“Kul hakkı” sözcüğü “insan hakları” tabirinden daha dinî bir içeriğe sahiptir. Bu kavramla insan, başıboş bir varlık olmadığını, yaptıklarından hesaba çekileceğini; eliyle-diliyle ve diğer organlarıyla çevresindekilere karşı hassas davranması gerektiğini ve `kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı´ tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu hisseder. Kur’an’da, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetten sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur/ölçüsüdür, onu çiğnemeyin.” mealinde ilahî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududunu çiğnemek olarak kabul edilmektedir.

İslam dini, ırk, milliyet, siyasi anlayış, dil ve tahsil farkı gözetmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Kur’an-ı Kerim’de zekât, sadaka, infak, ihsan, yardımlaşma, miras, doğruluk, adalet gibi kavram ve konuların bir uzantısı da kul hakkına ve dolayısıyla toplumun salahına dayanır. Kul hakkına riayet, dinimizin en çok dikkat çektiği, ayet ve hadislerle ikaz hatta tehdit ettiği bir konudur. Fert ve toplumun düzenini, huzurunu, uyumunu ve ahlakiliğini sağlamada oldukça önemli bir yer tuttuğu için dinimizde bu konu üzerinde hassasiyetle durulur. İmanın şartlarını üzerinde taşıyan müminlerin Yüce Allah’ın rızasını kazanmaları için yerine getirdikleri namaz, oruç gibi ibadetler dünyanın en zor işi olan kul hakkına dikkat etmek için hazırlanmış bireysel şuur talimleri gibidir.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), şu üç hadisinde, kul hakkını şöyle işlemektedir:

Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.” (Buhari, Rikak, 48.)

Örneklendirecek olursak, çalıştığımız yerde mesaimize dikkat etmemek işverene karşı bir kul hakkı ihlalidir. Çalıştırdıklarımızın ücretini kesmek veya vaktinde vermemek yine bir hak ihlalidir. Ücretle verdiğimiz bir dersin saatini doldurmadan derse son vermek ücret sahibinin hakkını yemek olur. Bir öğrenciye hak ettiği notu vermemek haksızlık olur. Komşumuzu sesle, gürültüyle rahatsız etmek, balkondan çırptıklarımızla ona zarar vermek, bakışlarımızla veya hareketlerimizle onu taciz etmek, dedikodusunu yapmak komşuluk (kul) hakkını ihlal olur. Bir insanı küçük düşürmeye çalışmak, onun onuruyla oynamak, kişiliğini hedeflemek, haksız yere çıkışmak, aşağılamak, kalbini kırmak kul hakkı kapsamında değerlendirilecek olumsuz davranışlardır. Yüz yüze olmasa da telefon, televizyon, radyo veya basın yoluyla birisine haksız isnatlarda bulunma, onunla ilgili yalan haber verme, kişilik haklarına saldırma, onuruyla, aile gururuyla oynama yine kul hakkına girmektedir. Kişisel yararları için çevreye zehir akıtanlar, havayı kirletenler, yolları daraltanlar, kısacası ammenin hukukunu hiçe sayanlar çok daha büyük kul hakkı ihlalleriyle ve hesaplarıyla yüz yüzedirler. Zira hedef alınanlar veya mağdurlar tek kişi değil çok kişidir. Çok kişiden helallik almak ise çok çaba gerektirecektir. Trafik işaretlerine dikkat etmeyerek başkasını tehlike ve zarara sokmak, geçiş önceliği olan bir sürücüye bu önceliği vermemek, yolda bir sürücüyü sıkıştırmak, yoluna arabasının burnunu sokmak, trafikte arabaların akışını keserek veya yavaşlatarak sürücülerin vakit kaybına uğramalarına yol açmak; sürücülere el-kol hareketi yapmak, korna çalarak taciz veya hakaret etmek; yolda veya bir mekânda birisinin ayağına basıp özür dilememek; asansör veya gişe önlerinde bekleyenlerin sıralarına riayet etmeden önlerine geçmek vs. bunlar hep kul hakkına dâhil olan kötü davranışlardır.

Bizler kul hakkı deyince, komşumuzun, arkadaşımızın, meslektaş veya mesâi arkadaşımızın bir malını alıp habersiz kullanma veya yemeyi aklımıza getiririz. Bu kul hakkının maddi çeşididir. Bir de bu saydıklarımızın gıybetlerini yapmak, onurlarını kırmak, onları hafife almak veya küçük düşürmek gibi manevi olan kul haklarını da akıldan çıkarmamak gerekir. Yukarıda verdiğimiz örnekler her iki kul hakkı için de bir hayli malzeme oluşturacak niteliktedir.

Bizim değer dünyamızı paylaşmayan, inanmayan ya da gayrimüslimlerin hakkı için de, onlarla helalleşmek gerekir. Bunların gönlü alınmazsa ahirette affının çok güç olduğu bilinmelidir. Bunların hakkından kurtulmak, Müslümanın hakkından kurtulmaktan daha zordur. Gayrimüslimlerin mal ve canlarına saldırmak caiz olmadığı gibi, hile yapmak, onları incitmek, kalplerini kırmak, kadın ve kızlarına saldırmak da caiz değil, haramdır. [R. Muhtar]

Kişi beşer olmaktan kaynaklanan zaafları, zayıflıkları, gafleti ve unutkanlıklarıyla bir zaman için başkasının hakkına tecavüz etmiş olabilir. İnsanın hata ve kusurunu anlayıp onu tamir etmesi de bir erdemdir. Bunun için, maddi-manevi hangi ihlalde bulunduysa bunu büyük bir cesaret ve açık kalplilikle telafi etmeli ve helallik dileme yoluna gitmelidir. Hak sahibi ölmüş ise, ona dua ve istiğfar edip, hakkını çocuklarına, vârislerine verip, onlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal miktarı parayı fakirlere sadaka olarak verip, sevâbını hak sahibine bağışlamalıdır.

Kulluk, yalnız belli ibadetlerin yerine getirilmesinden ibaret değildir. Allah’ın bütün emirlerine toptan itaat ve yasaklarından kaçınmak suretiyle ubudiyetin yani kulluğun hakkı verilmiş olur. Yanlış telkin ve düşünceye kapılarak, kulun en küçük hakkını bir tarafa bırakıp, şahsi nafile ibadetlerle meşgul olmayı ibadet zannetmek, halk arasında yaygın; fakat yanlış ve dinî olmayan bir davranıştır. Bu konu üzerinde örneklerle ne kadar çok durulursa o kadar yerindedir. Bir insanın olgun/kâmil olabilmesi için Allah’a karşı olan vazifelerini yapması ondan sonra din kardeşlerine yardımda bulunması zorunludur. Böyle olunca şu ölçü ortaya çıkmaktadır: “Başkasını düşünmeyen yaşamaya hak kazanamaz; çünkü Peygamberimiz “kendisi için istediği bir şeyi, başkası için istemeyenin imanı tam değildir.” buyurmuşlardır. Her işimizde önce kul hakkını göz önünde tutmamız, önce Allah’ın rızası, sonra toplumun selameti ve daha sonra huzurumuz için ana yükümlülüğümüzdür. Kur’an-ı Kerim’in dörtte üçü kul hakkını açıklamaktadır desek mübalağa etmiş olmayız. İslam’ın binası Allah’ı ve dinini tasdik ve ikrardan sonra, toplumun selameti ve Hakk’ın bizden talep ettiği hükümlerini yerine getirmektir.

Kul hakkı, Allah’ın hakkından önce ödenir. Allah uğrunda savaşıp da ölen kimsenin, kul hakkından başka bütün günahları affedilir. Kul hakkı maalesef tövbe ile de, şefaat ile de düşmemektedir. Bütün bu ciddiyetine ve Yüce Allah’ın, “Benim huzuruma kul hakkı ile gelmeyin!” uyarısına rağmen toplumumuzdaki bu vurdumduymazlığı neyle izah edebiliriz? İslam ahlakının bir ayağının “Allah’a itaat”, diğer ayağının ise “mahlukata şefkat ve merhamet” olduğunu nasıl unutabiliriz? Bunu içselleştiren bir kişi bırakalım kulu, hayvan ve cansız hakkına bile oldukça dikkat eder, örneğin hayvanlarını aç-susuz bırakamaz, onlara fazla yük yükleyemez, eşyayı hor ve pis kullanamaz! Böyle bir anlayış ve davranış, İslam’ın “temizlik” ve “merhamet” medeniyeti olmasının bir gereğidir.

Öyleyse iyi bir Müslüman, Allah’a karşı görevlerinin yanı sıra insanlara karşı görevlerine ve özellikle de kul hakkına karşı da oldukça duyarlı olmalıdır. Yaptığımız her ibadet bizi kul hakkından korkma ve o konuda dikkatli olma seferberliğine itmelidir. Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermenin, yüzlerce lira sadakadan kat kat daha sevap olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde madde, menfaat, hırs ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kulluk bilinci zayıflamış, hâliyle kul hakkı da neredeyse hatırlanmaz olmuştur. Dinimizde bu kadar önemli yer tutan “Kul Hakkı”na büyük bir titizlikle önem verelim. Bunu yapınca bilelim ki, hem dünyadaki itibarımız artacak, hem de ahirette ilahî hesap günü işimiz daha kolaylaşacaktır.

Kaynak: Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu