İslami HaberlerManşet

Diyanet İşleri Başkanı Görmez’den Kutlu Doğum Haftası tartışmalarına ilişkin açıklama

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, TRT Haber canlı yayınında Kutlu Doğum Haftasının bu yılki teması olan ‘Hz. Peygamber ve Güven Toplumu’, Kutlu Doğum Haftasına yönelik eleştiriler, Avrupa’da yükselen İslam karşıtlığı, camilere yönelik saldırılar, 15 Temmuz darbe girişiminin İslam’a verdiği zarar ve gündeme ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.

TRT Haber ve Spor Yayınları Dairesi Başkanı Yaşar Taşkın Koç’un sorularını yanıtlayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Hz. Peygamberin mevlidinin, Hicri 3. asırdan beri Müslümanların büyük bir coşkuyla kutlamaya başladığı güzel bir gelenek olduğunu, bunun bir ibadet değil ama güzel bir çığır olduğunu kaydetti.

Kutlu Doğum Haftasının Hz. Peygamberin örnek hayatının genç nesillere ve toplumun her kesimine anlatılması ve anmaktan anlamaya yönelik ilmi bir hafta olduğunu vurgulayan Başkan Görmez, “Kutlu Doğum Haftası bir ibadet değil, bu bir ilmi faaliyet, toplumu bilgilendirmeye, aydınlatmaya yönelik, sevgili Peygamberimizin bu çağın idrakine hitabını, rahmet mesajını anlatmaya yönelik bir haftadır” dedi.

Hz. Peygamberin mevlidinin kutlanmasının tarihsel sürecini ve 1989’dan beri kutlanan Kutlu Doğum Haftasının ortaya çıkma nedenlerini anlattığı programda, son dönemde Kutlu Doğum haftasıyla ilgili çıkan tartışmaların yersiz olduğuna dikkat çeken Başkan Görmez, yüz binlerce gencin bu haftada siyer okuduğunu, toplumun her kesiminde bir farkındalık oluşturduğunu bu haftanın bid’at olduğuna yönelik yaklaşımların da doğru olmadığını söyledi;

“Sevgili Peygamberimizin dünyaya gelişi sadece biz Müslümanlar için değil, bütün insanlık için çok büyük bir hadisedir…”

Sevgili Peygamberimizin dünyaya gelişi sadece biz Müslümanlar için değil, bütün insanlık için çok büyük bir hadisedir. Bunu geçiştirmek mümkün değil. Sevgili Peygamberimizin mevlidini kutlama geleneği, ilk üç asırda başlamamıştı. Bizatihi kendi döneminde, sonraki sahabe döneminde, tabiin döneminde, tebeu’t-tâbiin döneminde böyle bir gelenek oluşmamıştı. Fakat Müslümanlar, hicri üçüncü asırdan sonra önce Fatımiler döneminde, sonra Eyyubiler döneminde, Müslümanların farklı dünyalarla karşı karşıya kaldıktan sonra da Resulü Ekrem’in doğumunu büyük bir coşkuyla kutlamaya başladılar Mevlidi Nebiyi. Müslümanlar o günden itibaren bunu güzel bir gelenek olarak başlattılar. Emredilen bir ibadet değil, ama güzel bir sünnet olarak, güzel bir çığır olarak başladılar ve tarihimiz boyunca da bu kutlandı. Osmanlı döneminde çok büyük coşkularla, bizatihi Sultanın katılımıyla çok büyük törenler düzenlendi. İttihat Terakki döneminde dahi milli bayram olarak, bir tatil günü olarak ilan edildi. Cumhuriyetin kuruluşunda da Hakimiyet-i Milliye Resulü Ekrem’in doğumuna denk getirilerek yine üç yıl boyunca bir bayram olarak kutlandı. Daha sonra 40’lı, 50’li yıllardan sonra Resulü Ekrem’e olan sevgimiz, aşkımız tazelenerek devam etti. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu geleneği 1989 yılına kadar sürdürdü.

“Kutlu Doğum Haftası, Diyanet ve İlahiyat Fakültesi hocalarının istişareleriyle, Hz. Peygamberin örnek yaşantısını genç kuşaklara aktarmanın bir yolu olarak ortaya çıkmıştır…”

Kutlu Doğum Haftası, 1989 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakültesi hocaları birlikte büyük bir istişare yaparak, toplantılar düzenleyerek, Mustafa Sait Yazıcıoğlu Hocamızın Diyanet İşleri Başkanı olduğu dönemde, Resulü Ekrem’in insanlık için bu kadar önemli olan doğumunu sadece mevlidi şerif okuyarak bir geceyle geçiştirmenin bize yakışmadığını, anmaktan anlamaya nasıl geçileceğini, onun sünnetini, siretini, hayatını, örnek yaşantısını genç kuşaklara, çocuklarımıza, nesillerimize aktarmanın bir yolunu nasıl bulabiliriz? diye üzerinde uzun tartışmalar yapılmış, konuşulmuş bir haftadır. Daha sonra Sevgili Peygamberimiz, bütün yönleriyle toplumun bütün kesimlerine, sadece camide cemaate değil, gençlere, çocuklarımıza, okullarımızda öğrencilerimize; üniversitelerimizle, yurt dışındaki millet varlığımızla, gönül coğrafyamızdaki bütün kardeşlerimizle ve çok boyutlu olarak anlatılmaya başlanmıştır.

“1989’dan bu yana Kutlu Doğum Haftalarında gerçekleştirilen ilmi toplantılardan, İslam dünyasına ve bütün insanlığa takdim edebileceğimiz büyük bir külliyat oluştu…”

1989’dan bu yana Kutlu Doğum Haftalarında gerçekleştirilen akademik toplantılardan büyük bir külliyat oluştu. İslam dünyasına ve bütün insanlığa takdim edebileceğimiz 30 ciltlik bir eser ortaya çıktı. Her sene yapılan akademik toplantılar ile büyük bir külliyet oluştu aynı zamanda.

“Kutlu Doğum Haftaları, toplumun her kesimi tarafından benimsenen, Resulü Ekrem’i merkeze alan bir bilgi şölenine dönüştü…”

Toplumun her kesimi tarafından bu kadar benimsenen, bu kadar tutulan, bu kadar ilgi gösterilen bir hafta yok. Diyanet’in halka buluştuğu, ilahiyat fakültelerindeki bütün akademisyenlerin, bütün hocalarımızın vatandaşlarımızla buluştuğu, Resulü Ekrem’i merkeze alarak bir bilgi şölenine dönüştüğü ne şahit olduk.

“Milletimizdeki Resulü Ekrem sevgisinin bir bilgiye dönüştüğü, anmanın anlamaya dönüştüğü Kutlu Doğum Haftası, bazı eleştirilere de maruz kaldı…”

Kutlu Doğum Haftasının kutlanışı her tarafta devam ederken bazı eleştirilere de maruz kaldı. İlk eleştiriler daha çok 28 Şubat sürecinde bu haftanın milli bayramımız olan 23 Nisan’ı gölgede bırakmak için ihdas edildiğine dair bir tartışmaydı. Bu haftayla ilgili yapılan pek çok etkinlikler takibe uğradı, ‘irtica’ olarak adlandırıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun böyle olmadığını herkese çok açık bir şekilde izah etmekle birlikte, bu eleştiriyi üzerinden atamadı. Onun için daha önce miladi olarak 20 Nisan’da başlayan hafta, bu sefer 20 Nisan’la bitecek şekilde kutlanmaya başlandı. 28 Şubat sürecinde ciddi itirazlarla karşılaştı bu hafta. Köylere kadar inen, yurt dışındaki millet varlığımızın asimile olmasını önleyen, kimliklerinin pekiştirilmesine yardımcı olan, gönül coğrafyamızda kutlanmaya başlayan, milletimizde var olan Resulü Ekrem aşkının, sevgisinin bir bilgiye dönüştüğü, anmanın anlamaya dönüştüğü Kutlu Doğum Haftası böyle bir itirazla karşılaştı. 27 Nisan bildirisinin ana konusu Kutlu Doğum Haftası oldu. Hatta parti kapatma davasında da delil olarak gösterildi. Bizatihi 27 Nisan bildirisi gecesi o zaman hükümet cenahından Bakanlarımız bizzat Diyanet’i arayarak bu haftanın ne zaman başladığını, her sene hangi devlet ricalinin katıldığını sordular. Geriye baktığımızda merhum Başbakanımız Necmettin Erbakan Hocamızdan, Tansu Çiller’e kadar, Mesut Yılmaz’dan Bülent Ecevit’e kadar bütün Başbakanların açılışına bizzat katıldıkları, 28 Şubat sürecine kadar da bütün illerde ve ilçelerde bizatihi askeri garnizon komutanlarının da valilerle, belediye başkanlarıyla birlikte katıldıkları, hazır bulundukları bir hafta idi. Ama 28 Şubat sürecinden sonra bilhassa o ithamlar bazı sıkıntıları da beraberinde getirdi. Ama 27 Nisan bildirisinin de en önemli baş konusu yine bu konuydu. Buna da o zaman Diyanet İşleri Başkanlığı olarak cevap verdik ve bu haftanın bu şekilde devam etmesinin, kanunların Diyanet İşleri Başkanlığına verdiği toplumun tüm kesimlerine yönelik yaygın din eğitimi açısından çok önemli ve hayati olduğu kanaati bizde pekişti. Bizler de konularını daha da zenginleştirerek, 2004’lü yıllardan itibaren daha da geliştirerek, son yıllarda dünyanın her tarafına yayarak işlemeye devam ettik.

“Kutlu Doğum Haftası, toplumu bilgilendirmeye, aydınlatmaya, Peygamberimizin bu çağın idrakine rahmet mesajını anlatmaya yönelik ilmi bir haftadır…”

Bu haftaya iki eleştiri daha geldi. Birincisi, bugün ortaya çıkan bir eleştiri, diğeri ise Diyaneten bir eleştiridir. Dini eleştirileri iyi niyetle karşılıyorum. Hicri takvime göre Mevlit Kandilinin de idrak edildiği bir haftada bu haftanın idrak edilmesine yönelik eleştiriler de oldu. Ancak bu bir ibadet değil, bu hafta bir ilmi çalışma, toplumu bilgilendirmeye, aydınlatmaya yönelik, sevgili Peygamberimizin bu çağın idrakine hitabını, mesajını, rahmet mesajını anlatmaya yönelik bir hafta. Dolayısıyla eğer siz bu haftayı çocuklarımıza, gençlerimize, ailelerimize, köyde, kasabada her yere ulaştıracaksanız, o takdirde bunun değişken bir tarih içerisinde deveran etmesi bu hedefe hizmet etmez denildi. Okulların, üniversitelerin kapalı olduğu zamanlarda biz gençlerimiz arasında, çocuklarımız arasında yapacağımız etkinlikleri yapamayacağız. Hedefimiz sadece cami cemaatine Mevlit Kandilinde mevlit okuyup orayı terk ettiğimiz gibi değil, gerçekten bizzat ayaklarına giderek, hareket halinde, herkesle buluşarak bu haftayı idrak etmek istediğimiz için de miladi takvime göre Resulü Ekrem’in doğumunu dikkate alarak Nisan ayında yapılması kararlaştırıldı. Bu hafta ibadet değil, icat edilmiş, ihdas edilmiş bir ibadet değil, tıpkı Mevlit Kandili gibi. Mevlit Kandili de Resulü Ekrem’in bizzat emrettiği, Kuran’ın ayetlerinde yer verdiği yahut hadislerle teşvik edilen bir ibadet değil, Müslümanların başlattığı bir gelenek, ama güzel bir sünnet, güzel bir çığırdır.

“Yüz binlerce gencimizin siyer okumasına Peygamberimizin bir hafta boyunca dünyanın her tarafında ‘Emin’ vasfının anlatılmasına hangi akla hizmet ederek ‘bid’at’ denir…”

Burada ben şunu da hassaten istirham ediyorum. Her kardeşimiz kendi işini yapmalı. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığımız var. Diyanet İşleri Başkanlığında Din İşleri Yüksek Kurulu var. Din İşleri Yüksek Kurulumuz Türkiye’nin en yüksek istişare organıdır. Bu haftanın bu şekilde idrak edilmesinde Din İşleri Yüksek Kurulumuzun da mütalaası dikkate alınmıştır.  Bu asla Mevlit Kandiline alternatif bir kandil değil, Mevlit Kandiline alternatif bir gece veya bir hafta değildir. Bid’at tartışmalarına gelince,  yüz binlerce gencimizin siyer okumasına nasıl bid’at dersiniz? Sevgili Peygamberimizin bir hafta boyunca dünyanın her tarafında ‘Emin’ vasfının anlatılmasına hangi akla hizmet ederek bid’at denir. Böyle bir şey kabul edilebilir mi? Bu ‘bid’at’ kavramı bilhassa son yıllarda coğrafyamızı kasıp kavuran yanlış bir Selefilik anlayışının meydana getirdiği bir düşüncedir.

“Mevlit Kandilimizi en güzel şekilde idrak ederiz ancak Resulü Ekrem’in mesajını toplumun bütün kesimlerine taşımak için bu haftayı da idrak etmeye devam ederiz…”

Biz yapılan bir işin Allah’ın Kitabına, Resulü Ekrem’in sünnetine uygun olup olmadığına bakarız. Biz İslam’ın temel ilkeleri ışığında insanlığa faydalı olup olmadığına bakarız. Dolayısıyla Mevlit Kandilimizi idrak ederiz. En güzel bir şekilde o geceyi idrak ederiz. Ama Resulü Ekrem’in mesajını toplumun bütün kesimlerine taşımak için de bu haftayı da idrak etmeye devam ederiz.

“Kutlu Doğum Haftasının FETÖ ile ilişkilendirilmesi, 15 Temmuz gecesinde salalarıyla o ihaneti ve darbeyi bastıran bütün Diyanet camiasına atılabilecek en kötü iftiradır…”

Bugün Kutlu Doğum Haftasıyla ilgili ortaya çıkan tartışma bizi çok yaralamıştır. 1964’ten itibaren görev yapan Diyanet İşleri Başkanlarımızın tamamı hayattadır. Bütün bu başkanlarımızı, Diyanet camiasını rencide etmiştir. Çünkü bir bühtandır, bir iftiradır. 15 Temmuz gecesinde salalarıyla o ihaneti ve o darbeyi bastıran bütün Diyanet camiasına atılabilecek en kötü iftiralardan bir tanesidir. Bunu kabul etmemiz asla mümkün değildir. 15 Temmuz’da topluma bu kötülüğü yapan yapıyla hiçbir ilgisi yoktur.

“Bu haftanın FETÖ tarafından icat edildiğini iddia etmek bir akıl ve idrak tutulmasıdır…”

Şu anda hapishanede olan eski gazete köşe yazarlarından bir tanesinin yazdığı yalan-yanlış bir yazıya dayanarak Diyanet’e, Diyanet İşleri Başkanı’na, bütün Diyanet İşleri Başkanlarımıza bu haftayı başlatan Diyanet İşleri Başkanı’na sormadan, bunların hiçbirisiyle konuşmadan, sadece bir köşe yazarının yalan-yanlış bir beyanına dayanarak bu haftanın FETÖ tarafından icat edildiğini, daha da vahimi, o ihaneti bu topluma yapan insanın doğum gününü kutlamak için bunu kullandıklarını, Diyanet’i de bu yönde emellerine alet ettiklerini iddia etmeyi, sadece bir akıl tutulmasıyla, bir idrak tutulmasıyla izah edebilirim. Bunu kabul etmek asla mümkün değildir.

“Kutlu Doğum Haftasını, Allah’ın emrettiği, vaktini belirlediği ibadetlere benzeterek Miladi’ye göre belirleyin demek bilgi eksikliğidir…” 

Bazı kardeşlerimiz de şöyle soruyorlar, ‘Ramazan ayını da miladi takvime göre sabitleyelim o zaman’ diye. Bu maalesef bir cehalettir. Ramazan ayı Allah’ın emrettiği bir ibadettir. Vaktini Allah belirlemiştir. Namaz vakitlerinin vaktini Cenabı Hak belirlemiştir. Mevlit Kandili ise Resulü Ekrem’in vefatından 3 asır sonra Müslümanların başlattığı güzel bir çığır, güzel bir gelenektir. Dolayısıyla bunu bayramla, Cuma’yla, Ramazan’la, benzetmek bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Çünkü bu taabbudi, dini bir gece değil, bir hafta değil. Bu, Resulü Ekrem’in bu çağa, bu insanlığa getirdiği rahmet mesajlarını toplumun her kesimine ulaştırmak için yapılan ilmi bir faaliyet, ilmi etkinliktir. Bunu siz Nisan ayında da yaparsanız, Mayıs ayında da yaparsanız, Haziran’da da yaparsınız. Sabitlenmesinin sebebi, toplumun bütün kesimlerine ulaşmaktır.

“Resulü Ekrem’in hayatını anlatmayı, çocuklara siyer okutmayı hiç kimse bid’at olarak adlandırılamaz…”

Siyer dersinin, Resulü Ekrem’in hayatının okullarımızda en azından seçmeli ders olması ne kadar önemliyse, bu haftanın da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ve ilahiyat fakültelerimizle beraber Türkiye’de, yurt dışındaki millet varlığımızda ve bütün gönül coğrafyamızda kutlanması, idrak edilmesi en az o kadar önemlidir. Bundan vazgeçmemiz doğru olmaz diye düşünüyorum. Buna rağmen herhangi bir tereddüdü, şüphesi olan kardeşimiz olursa, hem Din İşleri Yüksek Kurulundaki uzman arkadaşlarımız, hem Diyanet’teki arkadaşlarımız telefonların başında hazır olacaklar, her vatandaşımızın sorusunu cevaplayacaklar. Hiçbir kardeşimizin kalbinde zerre kadar bir şüphe, bir endişe kalmasın. Bu haftanın dinen bid’at olarak adlandırılması asla doğru değildir. Resulü Ekrem’in hayatını anlatmayı, çocuklara siyer okumayı, siyer okutmayı hiç kimse bid’at olarak adlandırılamaz.

“Her kim güzel bir çığır açarsa, kıyamet sabahına kadar o çığırdan yürüyen herkesin sevabından da o çığırı başlatanlar nasibi alacaktır…”

Mümin güvenen ve güvenilen insan demektir. İşte Hazreti Peygamber bu noktada hepimiz için ve bütün insanlık için en büyük örnek, El-Emin. El-Emin sıfatını biz vermedik Resulü Ekrem’e. O’na iman eden ashabı vermedi. El-Emin sıfatını Peygamberliğinden çok önce daha genç bir delikanlıyken düşmanları ona verdi. Düşman olmaya başladıktan sonra da Sadık’ul Emin demeye devam ettiler. Üç kavram vardır İslam’da. İman, eman ve emanet. İmanın zıddı küfürdür. Emanın zıddı korkudur. Emanetin zıddı ihanettir. Bugün dünyadaki güvensizliğin sebebi, yürekleri kuşatan korkular ve endişelerdir. O korkular ve endişeler insanı nihilist bir hale, umutsuz bir hale sokuyor ve insanlar birbirlerine umut olamıyorlar. Dolayısıyla Resulü Ekrem’in bu muhteşem örnek hayatını, örnek vasfını biz bugün nasıl kazanabiliriz? Emin Peygamber’in emin ümmeti niye olamıyoruz? Bizim derdimiz bu, tek gayemiz bu. Bunun üzerinde durmaya çalışıyoruz. Peki, buna kim bid’at diyebilir? Yani Emin Peygamber’in emin ümmeti olma çabası için 100 bin insanın ilahiyat fakülteleriyle birlikte seferber olup bütün dünyaya anlatmaya kalkışmasının dinen bid’at ve hurafeyle ne alakası olabilir? Resulü Ekrem öyle buyuruyor, ‘Her kim güzel bir çığır açarsa, kıyamet sabahına kadar o çığırdan yürüyen herkesin sevabından da o çığırı başlatanlar nasibi alacaktır’ Bu çığırı başlatanlar hayattadır ve bu çığırı başlatan bütün hocalarımızdan Allah razı olsun.

“FETÖ, dinin her boyutunu, hayatın her alanını, her kurumu kirletmeye kalkıştıkları gibi, bu haftayı da kirletmeye kalktıkları doğrudur…”

FETÖ dinin her boyutunu, hayatın her alanını, her kurumu, her müesseseyi kirletmeye kalkıştıkları gibi, bu haftayı da kirletmeye kalktıkları doğrudur. Sonradan her yere nüfuz etmeye, sızmaya çalıştıkları gibi, bu haftaya da sızmaya ve nüfuz etmeye çalıştıkları doğrudur ve bu haftayı teşviş etmek için, kötülemek için bazı kötü örnekler de ortaya koydukları doğrudur. Ancak, bugünkü yayında o kötü örnekleri Diyanet yapıyormuş ve yaptırıyormuş gibi manşete koyup, ön sayfaya koyup üzerine bu itham ve iftirayı yazmak, hakikaten o kardeşlerimize asla yakışmamıştır. Bunu derhal telafi etmelerini bekliyorum. Yarın en az o boyutta, ‘Biz hata ettik. Resulü Ekrem sevgisi ve aşkıyla kalpleri dolu olan kardeşlerimize biz haksızlık yaptık’ diyerek ondan vazgeçeceklerin umut ediyorum doğrusu.

“Avrupa’da İslamofobi artık düşmanlığa dönüştü. Bu düşmanlık beraberinde hukuk ihlallerini getiriyor…”

Diyanet İşleri Başkanlığının Avrupa ile 40 yıllık birlikteliği, Avrupa’daki millet varlığımıza yaptıkları hizmetler sadece milletimize değil, oradaki millet varlığımıza değil, Avrupa’ya ve bütün insanlığa da çok büyük katkılar yapmıştır. Diyanet’in Avrupa’daki millet varlığımızın hem kendi kimliğini kazanarak yoluna devam etmesi, hem içinde yaşadıkları toplumla barış içerisinde yaşaması için nasıl büyük hizmetleri oldu, ne tür projeler geliştirildi, birlikte ne tür hizmetler yapıldı. Bütün bunların 11 Eylül olaylarından sonra nasıl sekteye uğramaya başladığını, zaman ilerledikçe İslamofobik nefretin nasıl bir düşmanlığa dönüştüğünü ve bu düşmanlığın siyaset arenasından nasıl toplum katmanlarına indiğini, ilkokuldaki çocuklara bile nasıl indirildiğini oturup konuşmalıyız. Son zamanlarda artık bir cinnet haliyle karşı karşıyayız. Çünkü hemen hemen her gün bir mutlaka bir caminin kundaklandığını, yahut bir camiye nefret mesajları yazıldığını, yahut kapısına gidip domuz kafası bırakılarak nefretin ortaya konmaya çalışıldığını çok büyük bir üzüntü ve ibretle izlemeye devam ediyoruz. Biz büyük sabır ve teenniyle aklıselimin hakim olmasını istiyoruz.  Avrupa’da İslamofobi artık düşmanlığa dönüştü. Bu düşmanlık beraberinde hukuk ihlallerini getiriyor. Irkçılıkları getiriyor. 40 yıl hizmet yapan din gönüllülerini, o toplumlara büyük hizmetleri olan kardeşlerimizi ‘ajan’ olarak adlandırıp toplumun önüne koymuş olmaları gerçekten kabul edilebilir bir şey değildir. Nitekim kadim devlet akılları bunun farkındadır.

“Avrupa’daki İslamofobik nefretin aklıselim sahibi her fikir adamını, her düşünce insanını, her devlet adamını harekete geçirmelidir…”

Avrupa’da, Güneydoğu Avrupa’yı da dikkate alacak olursak 30 milyon Müslüman vardır. Bu 30 milyon Müslümanın hukuki varlığı henüz söz konusu değildir. Almanya’da, Hollanda’da, Fransa’da Müslümanların hukuki varlığı henüz tanınmış değil. Hukuki varlık tanınmadığı için de o ülkelerin dinlerle ilgili, din mensuplarıyla ilgili kanunlarından istifade etme, imkanlarından istifade etme noktasında hala çok büyük zorluklar yaşıyorlar. Bunlar olmamışken, bu eksiklikleriyle beraber bir de İslamofobik nefretin başladığı dönemde bu düşmanlığın İslam’a ve Müslümanlığa yönelmiş olması, Avrupa’da aklıselim sahibi her fikir adamını, her düşünce insanını, her devlet adamını harekete geçirmelidir. Biz de hem millet olarak, hem devlet olarak yardımcı olmalıyız. Yani İslam’ın bize kazandırdığı böyle bir haslet vardır. Biz kötülükleri iyilikle ortadan kaldırmanın çabası içinde olmalıyız. O nefreti bir tek insanın kalbinden söküp atmanın, onlara göstereceğimiz her türlü düşmanlıktan çok daha değerli olduğunun farkında olmalıyız. Düşmanlığa düşmanlıkla karşılık vermemeliyiz. Elbette Müslüman izzet sahibidir. Öyle bir yanağına vurulduğu zaman öbür yanağı göstermek yok. Ama İslam’ın izzetini kaybetmeden, İslam’ın o rahmetini, merhametini, o düşmanlığı o kalplerden nasıl söküp atabiliriz? O düşmanlığın oluşmasında bizim ne tür kusurlarımız var? İslam coğrafyasının ne tür katkıları var? Özeleştirileri de yaparak, dikkate almalıyız.

Önümüzde Miraç Kandili var, ben bu vesileyle, Pazar günü idrak edeceğimiz Miraç Kandilini ümmetin miracına yeniden vesile olmasını, insanlığın miracına vesile olmasını Cenabı Hak’tan niyaz ediyorum.

Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu